Dünya ekonomisi uzun bir süre boyunca ticaretin ulusların karşılıklı çıkarlarını besleyen bir barış mekanizması olduğuna inandı. Sınır ötesi mal ve hizmet akışının artmasıyla ülkeler birbirine bağımlı hale gelir, bu karşılıklı bağımlılık da çatışmaları caydırır diye düşünüldü. Gerçekten de 20. yüzyılın son çeyreğinde küreselleşme, ticaretin serbestleşmesi ve sermaye hareketlerinin hızlanması ile dünya pek çok alanda büyük bir refah artışı yaşadı. Ancak bu masalsı tablo, son on yılda derin bir revizyona uğradı. Artık ticaret eski anlamıyla karşılıklı fayda değil, devletler arasındaki nüfuz mücadelesinde bir baskı aracı, yani deyim yerindeyse bir silah haline gelmeye başladı.
Bugün küresel ölçekte yaşanan gerilimler, ticareti yalnızca ekonomik bir faaliyet olmaktan çıkardı. Enerji akışları, gıda ihracatı, nadir toprak elementleri, yarı iletkenler, yazılım lisansları ya da büyük veri platformları; hepsi jeopolitik kozlara dönüştü. Bu durum, “ekonomik silahlanma” olarak adlandırılabilecek yeni bir dönemi başlattı. Örneğin Rusya’nın Avrupa’ya doğal gaz akışını kesmesi, yalnızca bir ticari anlaşmazlık değil, siyasi bir baskı stratejisi olarak kurgulandı. Benzer şekilde ABD’nin Çin’e karşı uyguladığı ileri teknoloji ihracat kısıtlamaları, aslında bir ticaret politikası değil, doğrudan jeostratejik bir hamleydi.
Bu yeni dönemde ticaret, diplomasi masasında pazarlık kartı işlevi görüyor. Ülkeler ekonomik bağımlılık ilişkilerini fırsat doğduğunda rakiplerini zayıflatmak veya kendi taleplerini dayatmak için kullanıyor. Dolayısıyla serbest ticaret ideali, yerini stratejik özerklik arayışlarına bırakıyor. Avrupa’nın Rus gazına alternatif arayışı, ABD’nin çip üretiminde Asya’ya bağımlılığını azaltma planları, Çin’in kendi teknolojik standartlarını dayatmaya çalışması hep bu eğilimin farklı yansımaları.
Ticaretin silahlaştığı bu çağ, aynı zamanda şirketler için de yepyeni riskler doğuruyor. Artık küresel pazarda faaliyet göstermek, sadece döviz kuru veya tüketici talebiyle ilgili endişeler taşımak anlamına gelmiyor. Bir gecede uygulanan yaptırımlar, kara listeye alınan tedarikçiler, yasaklı yazılım güncellemeleri ya da lisans iptalleri şirketlerin tüm iş modelini çöküşe sürükleyebiliyor. Hatta son dönemde bireysel yöneticilere bile ambargolar uygulanmaya başlandı; bu da iş dünyasının karar alma süreçlerini daha da karmaşık hale getiriyor.
Diğer yandan ticaretin bu şekilde araçsallaştırılması, dünya ekonomisinin bütünlüğünü tehdit eden bir eğilim. Tedarik zincirlerinin “dost ülkelere” kaydırılması, bloklar arasında paralel ekonomik sistemlerin doğmasına zemin hazırlıyor. Bu da uzun vadede verimliliği düşürecek, maliyetleri artıracak ve belki de dünyanın farklı bölgelerinde “teknolojik adacıklar” oluşmasına neden olacak. Bir yerde standartlaştırılmış teknolojilerin, ortak yazılımların ve küresel regülasyonların yerini; blok bazlı, birbirine uyumsuz sistemler alabilir. Bu durum, küresel büyümeyi yavaşlatmakla kalmayacak, aynı zamanda inovasyonun yayılmasını da sekteye uğratacak.
Ticaretin bir baskı mekanizmasına dönüşmesi sadece büyük güçlerin oyunu değil. Orta ölçekli ülkeler de artık ellerindeki belirli stratejik ürünleri bir tür pazarlık kozu olarak kullanmaya eğilimli. Gıda ihracatına geçici yasaklar, nadir madenlerde kota uygulamaları, finansal piyasalar üzerinden dolaylı baskılar bunun örnekleri. Bu da dünya ticaretini daha öngörülemez ve kırılgan bir hale getiriyor.
Bütün bunların ortasında, yeni oyunun kurucuları yalnızca devletler değil. Küresel teknoloji devleri de adeta “yarı devlet” gibi hareket ederek ticari kısıtlamaları jeopolitik stratejilerin parçası haline getiriyor. Yazılım erişimlerinin kesilmesi, bulut hizmetlerinin askıya alınması, sosyal medya algoritmaları üzerinden yaratılan bilgi akışı, ticaretin silahlaştığı bu çağda devlet politikalarına paralel yürütülen güç oyunlarının bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.
Dünya ekonomisi, ticaretin barış değil güç üretmek için tasarlandığı, kazan-kazan ilkesi yerine karşı tarafın kaybının hesaplandığı yeni bir evreye doğru ilerliyor. Bu süreçte devletler stratejik sektörlerde kendine yeterlilik hedefleri koyarken, şirketler de politik risk yönetimini tedarik zinciri kararlarının merkezine yerleştiriyor. Küresel ticaret belki rakamsal olarak büyümeye devam edecek; ama artık eskisi kadar kapsayıcı, ucuz ve serbest olmayacak. Yeni oyun kurucu; tanklar ya da füzeler değil, ticaretin bizzat kendisi. Üstelik bu oyun, hepimiz için fiyatlardan güvenliğe, teknolojiye kadar günlük hayatımızın her alanına sirayet edecek kadar güçlü bir etkiye sahip olacak.










