Dünya ekonomisinin çehresi, 21. yüzyılın ikinci çeyreğine girerken hızla değişiyor. Bir zamanlar küresel ekonomik gücün tek merkezli yapısı yerini çok kutuplu ve rekabetçi bir düzene bırakıyor. Bu dönüşümde belirleyici rol oynayan unsurların başında yükselen piyasalar geliyor. Özellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ekonomik büyümesini sürdüren ülkeler, artık yalnızca üretim üssü değil, aynı zamanda tüketim ve yatırım merkezi olarak da öne çıkıyor. Bu gelişmeler, jeoekonomik rekabetin parametrelerini yeniden tanımlıyor.
Yükselen piyasalar, dünya ticaretinden daha fazla pay alırken, finansal altyapılarını geliştirerek yatırım çekme kabiliyetlerini artırıyor. Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler, sadece kendi bölgelerinde değil, küresel ölçekte stratejik ağırlıklarını artırıyor. Bu ülkelerin güçlü demografik yapısı, hızlı kentleşme, artan orta sınıf nüfusu ve dijitalleşme yatırımları, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliğini destekleyen başlıca unsurlar arasında yer alıyor.
Ancak yükselen piyasaların artan etkisi, beraberinde yeni bir jeoekonomik denge arayışını da getiriyor. Batılı ülkeler, uzun yıllardır şekillendirdikleri küresel ticaret ve finans sistemindeki hâkimiyetlerini korumak isterken, yükselen güçler kendi kurumlarını, iş birliklerini ve bölgesel ticaret anlaşmalarını oluşturarak bu düzene alternatifler geliştirmeye çalışıyor. Örneğin BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) bloğu, hem ekonomik iş birliği hem de siyasi duruş açısından yeni bir denge unsuru haline geldi. Bu blok, yakın dönemde üyelik sayısını artırarak daha geniş bir küresel temsil iddiası taşıyor.
Jeoekonomik rekabet, sadece ekonomik araçlarla sınırlı değil; enerji, teknoloji, veri güvenliği ve ulaşım koridorları gibi alanlarda da kıyasıya bir yarış söz konusu. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, Asya, Avrupa ve Afrika’yı birbirine bağlayan devasa bir altyapı ve ticaret ağı sunarken, Batı’nın buna karşı geliştirdiği Global Gateway ve Blue Dot Network gibi girişimler, bu rekabetin ne kadar çok yönlü olduğunu gözler önüne seriyor.
Enerji kaynakları da bu rekabetin merkezinde yer alıyor. Fosil yakıtların stratejik önemini koruduğu bu dönemde, aynı zamanda yenilenebilir enerji yatırımları da ülkelerin küresel pozisyonlarını yeniden şekillendiriyor. Afrika’da güneş ve rüzgâr enerjisine dayalı projelerin hız kazanması, Orta Doğu’da yeşil hidrojen projelerinin konuşulması ve Asya’da elektrikli araç bataryaları için kritik maden arayışı, bu alanın gelecekte daha da rekabetçi olacağının işareti.
Yükselen piyasalar, yalnızca ekonomik anlamda değil, aynı zamanda kültürel ve diplomatik açılımlarıyla da küresel sahnede daha görünür hale geliyor. Küresel yönetişimde daha fazla söz sahibi olmak isteyen bu ülkeler, Birleşmiş Milletler, IMF ve Dünya Bankası gibi yapılar içinde reform taleplerini yüksek sesle dile getiriyor.
Tüm bu gelişmeler, dünya ekonomisinin çok merkezli, daha bağlantılı ve daha kırılgan bir yapıya evrildiğini gösteriyor. Jeoekonomik rekabetin belirleyicisi olan yükselen piyasalar, yalnızca kendi kalkınma hikâyelerini yazmakla kalmıyor, aynı zamanda küresel ekonominin geleceğini de yeniden şekillendiriyor. Bu yeni dönemde başarı, sadece ekonomik büyüme oranlarıyla değil; sürdürülebilirlik, dirençlilik ve stratejik iş birliği kabiliyetiyle ölçülecek. Yükselen güç merkezlerinin bu mücadelede ne kadar dayanıklı kalacağı ise önümüzdeki yıllarda daha net ortaya çıkacak.










