Son dönemde ABD ile Çin arasında yeniden ivme kazanan müzakereler, küresel ticaret sisteminin kırılgan yapısını ve bu yapı üzerinde şekillenen stratejik hesapları bir kez daha görünür kılıyor. Cenevre’deki görüşmelerde nadir toprak mineralleri ve mıknatıslar gibi kritik önemdeki ham maddeler üzerinden bir çerçeve üzerinde anlaşılması, dış ticaretin artık yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik bir araç haline geldiğini gösteriyor. ABD Ticaret Bakanı Lutnick’in yaptığı açıklamalar, Washington’un ihracat kontrollerini gevşetmeye açık olduğunu söylese de, bunun Pekin’in adımlarıyla doğrudan ilişkilendirilmesi iki tarafın da pozisyonlarını kolay kolay terk etmeyeceğini ortaya koyuyor.
Trump’ın çelişkili çıkışları—bir yandan Çin Devlet Başkanı’nı uzlaşmaya kapalı biri olarak tanımlarken, diğer yandan nadir toprak mıknatısları konusunda anlaşma sağladığını ilan etmesi—müzakerelerdeki oynak zemini yansıtıyor. Bu da yatırımcılar açısından, yüz yüze görüşmelerin ardından lider onayına bırakılan süreçlerin ne kadar hassas ve belirsiz olduğunu gösteriyor. Dahası, ABD’nin uyguladığı fentanil tarifeleri gibi bazı başlıklarda hiçbir ilerleme kaydedilmemesi, müzakerelerin kapsamlı bir çözüme değil, daha çok taktiksel bir rahatlamaya hizmet ettiğini düşündürüyor.
ABD’nin aynı zamanda iç hukuk mekanizmaları içinde de ticaret başlıklarında tartışmalar yürüttüğü görülüyor. Temyiz Mahkemesi’nin tarifeleri geçici olarak yerinde tutması ama davanın savunma süresini 31 Temmuz’a kadar uzatması, ticaretin sadece uluslararası masalarda değil, yargı koridorlarında da yeniden şekillendiğini ortaya koyuyor. Benzer şekilde, Meksika ile yapılan çelik anlaşmasına dair haber akışı, ABD’nin bazı ticaret ortaklarıyla daha esnek pozisyonlar alabileceğine işaret ediyor.
Tüm bu gelişmelerin ortasında büyük resmi görmek isteyenler için asıl hikâye belki de göç konusundaki dönüşümde yatıyor. ABD’de göçmen akışlarının negatife dönmesi, yüksek istihdam ve düşük ücret dengesiyle büyüyen bir ekonominin temel taşlarının kayması anlamına gelebilir. Trump’ın göç karşıtı politikalarının ve özellikle Kaliforniya’daki agresif tutumunun ileride nasıl bir arz şoku yaratabileceği sorusu, ekonomi üzerinde tarifelerden çok daha kalıcı etkiler bırakabilir.
Makroekonomik açıdan ABD verileri, bir süredir zayıflama sinyalleri veriyor. Faaliyet verilerindeki geri çekilme, yüksek tarifelerin etkisiyle birleştiğinde, önümüzdeki dönemde daha belirgin bir yavaşlamaya işaret edebilir. Ancak bu durumun bir resesyona dönüşüp dönüşmeyeceği, yalnızca veri akışıyla değil, ticaret ve göç konularında atılacak adımlarla da doğrudan bağlantılı olacak. Şu ana kadar dayanıklılığını koruyan ekonomi, Mayıs tarım dışı istihdam verileriyle bu direncini gösterdi. Fakat tüketici harcamalarındaki zayıflık sinyalleri, tarifelerin etkilerinin hane halkı harcama gücünü zayıflatması durumunda daha net hissedilecektir.
Bu zeminde FED’in pozisyonu da netleşmiş değil. Enflasyondaki yukarı yönlü baskıların sürdüğü ortamda, faiz politikası açısından kenarda kalma eğilimi devam edebilir. FED, alınan aksiyonların etkisinin makro verilere nasıl yansıdığını görmek istiyor ve tüm bu gelişmeler ışığında 2025 Haziran faiz oranlarını sabit bıraktı.
Küresel piyasalar açısından değerlendirme yapıldığında ise risk-getiri dinamiğinin asimetrik hale geldiğini söylemek yanlış olmaz. ABD hisse senetleri, Nisan ortasından bu yana önemli bir ralli yaşamış durumda. “Muhteşem Yedili” adı verilen dar bir hisse grubu önderliğinde yükselen bu piyasalar, volatiliteye oldukça açık. MAG7 endeksinin kısa aralıklarla yüzde 30’un üzerinde dalgalanma göstermesi, bu kırılganlığın somut bir göstergesi. Bu da yatırımcıların daha geniş temelli yükselişlerden ziyade, seçici ve dikkatli bir yaklaşımla piyasayı değerlendirmesi gerektiğine işaret ediyor.
Fon akımlarında ise ABD’den küresel piyasalara doğru yönelimin başladığı gözlemleniyor. Avrupa bu akışta başı çekse de, Türkiye gibi gelişmekte olan piyasaların da önümüzdeki dönemde bu ilginin faydasını görme potansiyeli bulunuyor. Enflasyon baskılarının azalması ve yeni teşvik programlarının gündeme gelmesiyle birlikte, özellikle Almanya gibi ülkelerde büyüme beklentileri yeniden yukarı çekiliyor. Avrupa’nın uzun bir durgunluk döneminden sonra 2026’da %1,5’lik büyüme beklentisi bu dönüşümün merkezinde yer alıyor.
Yurt içine döndüğümüzde ise son TÜFE verisi, olumlu bir sürpriz yaptı. Özellikle işlenmemiş gıdadaki düşüş ve hizmet fiyatlarındaki yavaşlama, piyasalarda Haziran ayı için faiz indirimi beklentisini gündeme taşısa da TCMB faiz oranlarını %46’da sabit bıraktı. Ancak enflasyonun yapısal bileşenlerine bakıldığında, dezenflasyon sürecinin zorlu olacağı görülüyor. TCMB’nin %24 olan yıl sonu enflasyon tahmini ile piyasanın %30 civarındaki beklentisi arasındaki fark da bu belirsizliği destekliyor.
Piyasa dinamiklerine baktığımızda, hisse senetlerinde değerlemeler cazip seviyelere gelse de içinde bulunulan dönemin karmaşıklığı, seçici olunmasını gerektiriyor. Mevduat, kısa vadeli bonolar gibi enstrümanlar cazibesini korusa da, bu araçlardaki getiriler risklerden tamamen arındırılmış değil. Haziran ayındaki PPK toplantısı sonrasında, piyasanın “beklentiyi satın, gerçekleşmeyi sat” eğiliminde olabileceği de göz önünde bulundurulmalı.
Küresel ve yerel ölçekte karmaşık dengelerin kurulduğu bir dönemden geçiyoruz. Ticaretin, göçün, jeopolitik risklerin ve makro verilerin iç içe geçtiği bu ortamda, tek bir göstergeyle yön tayin etmektense çok boyutlu bir analiz yaklaşımı daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Ekonomi artık sadece rakamlarla değil, stratejik hamlelerle de şekilleniyor. Bu nedenle, yatırımcılar kadar politika yapıcıların da bu hassas dengeyi gözeterek adım atması kritik önem taşıyor.










