Stratejik özerklik ya da diğer adıyla “stratejik otonomi”, bir ülkenin kendi dış ve güvenlik politikasını başka aktörlerden bağımsız şekilde belirleyip uygulayabilmesi anlamına gelir. Bu kavram, Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa Birliği bağlamında sıkça gündeme gelmiş olsa da, özellikle son yıllarda büyük güç rekabetinin yeniden hız kazanmasıyla birlikte, farklı bölgesel güçlerin de kendi otonomilerini tesis etme çabalarına sahne olmaktadır. Bu bağlamda hem ABD hem de Türkiye, stratejik otonomi kavramını farklı düzeylerde ve farklı motivasyonlarla ele almaktadır. Ancak bu iki ülkenin bu konudaki yaklaşımları arasındaki ayrımlar, sadece jeopolitik değil, aynı zamanda ideolojik, kurumsal ve tarihsel farklara da dayanmaktadır.
ABD, dünya sisteminin hâlâ en güçlü askeri, ekonomik ve teknolojik gücü olarak, stratejik otonomiyi başkalarıyla olan ilişkilerinde değil, kendi iç politikasında ve küresel etki kapasitesinde tanımlamaktadır. Washington, özellikle Çin’in yükselişi ve Rusya’nın agresif jeopolitik adımları karşısında stratejik üstünlüğünü koruma amacındadır. Ancak bu durum, ABD’nin dış politikasında “özerklik” arayışından çok “hegemonya düzenini sürdürme” stratejisi olarak kendini göstermektedir. Yani ABD için stratejik otonomi, kendi kurduğu sistemin işleyişinde karşılaştığı engelleri bertaraf etmek anlamına gelir. Bu bağlamda NATO, QUAD, AUKUS gibi güvenlik paktları; doların küresel rezerv para statüsü; teknoloji devlerinin küresel hâkimiyeti ve Amerikan değerlerinin uluslararası sistemdeki merkezi rolü, ABD’nin stratejik otonomi alanını tanımlar. Dolayısıyla Washington için mesele, bağımsız hareket etmekten ziyade, diğer aktörleri kendi belirlediği çerçevede tutabilme kapasitesini sürdürmektir.
Türkiye ise stratejik otonomiye çok daha farklı ve kırılgan bir zeminden yaklaşmaktadır. Uzun yıllar boyunca Batı ittifakının sadık bir üyesi olarak hareket eden Ankara, özellikle 2010’lu yıllardan itibaren çok kutuplu dünya düzenine geçişin ivme kazanmasıyla birlikte kendi jeopolitik ajandasını daha bağımsız biçimde yürütme yönünde adımlar atmaya başlamıştır. Bu süreçte Türkiye, hem savunma sanayiinde yerlilik oranını artırmış, hem de dış politikada ABD ve Avrupa Birliği ile daha çatışmalı bir çizgiye girmiştir. Suriye politikası, Rusya ile S-400 savunma sistemi anlaşması, Doğu Akdeniz ve Libya’daki askeri varlık, Karabağ Savaşı’ndaki rol ve Afrika açılımı, bu yeni dönemin öne çıkan örneklerindendir. Türkiye bu adımlarıyla kendi bölgesel etki alanını kurma ve küresel güçlerle daha dengeli ilişkiler yürütme arzusunu göstermektedir.
Ancak Türkiye’nin stratejik otonomi inşası, yapısal bağımlılıklar ve sistemsel kısıtlar nedeniyle oldukça sınırlı kalmaktadır. Ekonomik kırılganlık, finansal bağımlılık, teknolojik yetersizlik, savunma sanayii alanında dışa bağımlılık ve diplomatik yalnızlık, bu sürecin önündeki en büyük engellerdir. Ayrıca Türkiye’nin NATO üyeliği, Batı ile olan kurumsal bağlarını tamamen koparmasını da engellemektedir. Bu bağlamda Ankara, stratejik otonomiyi tam bir kopuş olarak değil; manevra alanını artırmak, denge politikası kurmak ve çok yönlü dış politika yürütmek biçiminde yorumlamaktadır.
ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler de bu stratejik otonomi arayışları nedeniyle sık sık gerilimli bir çerçevede ilerlemektedir. Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması, Çin ile ekonomik ilişkileri çeşitlendirme çabası, İran politikası konusundaki ayrışmalar ve Orta Doğu’da artan bağımsız askeri faaliyetleri, Washington tarafından zaman zaman bir sapma ya da tehdit olarak algılanmaktadır. Öte yandan Ankara, ABD’nin PYD/YPG ile Suriye’deki iş birliğini, yaptırım tehditlerini ve bölgesel politikalardaki çifte standardı kendi otonom politikalarını meşrulaştıran gerekçeler olarak sunmaktadır.
Stratejik otonomi kavramı açısından bakıldığında, ABD’nin mevcut sistemin mimarı ve koruyucusu olarak hareket ettiği, Türkiye’nin ise bu sisteme içeriden itiraz eden ve kendi bölgesel otonomisini inşa etmeye çalışan bir aktör olduğu görülmektedir. Türkiye için bu süreç daha çok “denge arayışı”, ABD için ise “sistemsel üstünlüğü sürdürme” çabasıdır. Ancak iki ülkenin çıkarlarının zaman zaman kesiştiği, zaman zaman ise çatıştığı bu tablo, gelecekte de devam edecek karmaşık bir ilişkinin habercisidir. Bu bağlamda stratejik otonomi, yalnızca teknik değil, aynı zamanda siyasi, ekonomik ve kültürel bir inşa süreci olup, her iki ülkenin iç siyasetinden küresel vizyonlarına kadar uzanan derin bir stratejik sorgulamayı beraberinde getirmektedir.