Orta Doğu’da Yeni Dönem: Parçalanmadan İşbirliğine

Orta Doğu, yüzyıllardır dünyanın en çalkantılı coğrafyalarından biri olageldi. Etnik, dini ve mezhepsel çeşitliliğin, sömürge mirasının, jeopolitik rekabetlerin ve dış müdahalelerin iç içe geçtiği bu bölge, uzun yıllar boyunca istikrarsızlık, savaş ve kutuplaşmalarla anıldı. Ancak son yıllarda bölge dinamiklerinde gözle görülür bir değişim yaşanıyor. Kırılganlıklar hâlâ varlığını sürdürse de, ülkelerin giderek daha fazla bölgesel işbirliği ve ekonomik entegrasyon arayışına yönelmesi, Orta Doğu’da parçalanmadan işbirliğine doğru evrilen yeni bir dönemin habercisi olabilir.

Körfez ülkeleri ile İran arasındaki gerilimlerin diplomatik düzeyde yumuşamaya başlaması, Suudi Arabistan ile İran arasında Çin arabuluculuğuyla yeniden kurulan diplomatik ilişkiler, Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail ile yaptığı normalleşme anlaşmaları, Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ilişkilerini yeniden rayına oturtması gibi gelişmeler, bölgesel çatışma yerine işbirliği arayışlarının güç kazandığını gösteriyor. Bu diplomatik açılımlar, geçmişte düşman bloklar arasında yer alan aktörlerin dahi artık ekonomik kalkınma, enerji güvenliği, teknoloji transferi ve ticaret gibi konularda ortak çıkarlar etrafında bir araya gelmeye çalıştıklarını ortaya koyuyor.

Küresel düzlemde ABD’nin bölgedeki doğrudan müdahalelerden giderek çekilmesi, Çin’in ise diplomatik ve ekonomik araçlarla etkisini artırması, Orta Doğu ülkelerinin kendi aralarındaki ilişkilere daha fazla yön vermesine imkân tanıyor. Aynı zamanda enerji geçişi, dijital dönüşüm ve gıda güvenliği gibi küresel sorunlar karşısında ülkelerin birbirine bağımlılığının artması, yalnızlaşmanın değil, dayanışmanın değerini hatırlatıyor. Özellikle enerji ihracatçısı ülkelerin petrole bağımlı ekonomilerini çeşitlendirme çabaları, bölgesel ortaklıkların kurulmasını daha da teşvik ediyor.

Arap Baharı’nın yıkıcı etkileri, Suriye iç savaşı, Yemen krizi, Lübnan’ın çöküşe sürüklenen ekonomisi ve Filistin-İsrail çatışmasındaki çözümsüzlük, bölge halkları için büyük acılara neden oldu. Bu acı tecrübeler, halklar ve yöneticiler nezdinde çatışmanın maliyetini daha görünür hale getirdi. Bu nedenle artık “istikrarsızlık ihracı” yerine “istikrar ithalatı” politikaları benimsendiği görülüyor. Ortadoğu’da barışçıl düzenin inşası, sadece silahların susmasıyla değil, karşılıklı ekonomik bağımlılıkların ve ortak çıkar zeminlerinin güçlenmesiyle mümkün olabilir.

Buna karşın bölgedeki kırılgan dengelerin ve örtülü rekabetlerin tamamen ortadan kalktığını söylemek mümkün değil. Irak’ta iç siyasi bölünmeler, İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü askeri operasyonlar ve Lübnan’da süregelen kaos, hâlâ Orta Doğu’nun bir istikrar adasına dönüşmesi önünde ciddi engeller teşkil ediyor. Ancak geçmişe kıyasla bu sorunların bölge genelinde daha fazla diplomasiyle yönetilmeye çalışılması, geleceğe dair temkinli bir umut yaratıyor.

Orta Doğu’da “parçalanmadan işbirliğine” yönelen yeni dönemin kalıcı olabilmesi için liderlerin karşılıklı güven inşasına ve kapsayıcı siyasal modellerin oluşmasına öncelik vermesi gerekiyor. Ayrıca bölge halklarının refah beklentilerine cevap verecek kapsayıcı kalkınma politikaları da bu sürecin toplumsal zeminini güçlendirebilir. Uluslararası aktörler ise bu dönüşümü dış müdahale yerine kolaylaştırıcı bir yaklaşımla desteklemelidir.

Sonuç olarak, Orta Doğu’da yaşanan değişim, bir kırılmanın değil, bir dönüşümün habercisidir. Zor da olsa, çatışmalarla tanımlanan bir coğrafyanın, artık işbirliğiyle anılabileceği bir dönemin eşiğinde duruyoruz. Bu yeni dönemin kalıcılığı, tarafların birbirine uzattığı eli ne kadar sıkı tuttuğuna bağlı olacaktır. Parçalanmışlıkların gölgesinden çıkıp ortak geleceğe yürüyebilmek, bölgenin en büyük kazanımı olabilir.