Küresel düzende köklü bir değişim yaşanıyor. 20. yüzyılın ortasından itibaren şekillenen ve Soğuk Savaş sonrası ABD liderliğinde tek kutupluluğa evrilen uluslararası sistem, artık çok merkezli, parçalı ve belirsiz bir yapıya doğru evrilmekte. Bu değişim yalnızca güç merkezlerinin kaymasıyla değil, aynı zamanda uluslararası normların sorgulanması ve yeniden tanımlanmasıyla da derinleşiyor. Egemenlik, müdahale hakkı, insan hakları, serbest ticaret gibi uzun süredir geçerli sayılan temel ilkeler, hem büyük güçler arasındaki mücadelelerin hem de bölgesel aktörlerin yükselişinin etkisiyle tartışmaya açılıyor.
ABD’nin dünya siyaseti üzerindeki etkisi hâlâ büyük olsa da artık tek başına belirleyici olamıyor. Çin, ekonomik yükselişini askeri ve diplomatik güce dönüştürmeye çalışırken, Rusya geleneksel nüfuz alanlarını koruma arzusuyla jeopolitik krizleri tırmandırıyor. Hindistan, Brezilya, Türkiye, Endonezya gibi “yükselen güçler” kendi bölgelerinde daha iddialı roller üstleniyor. Avrupa Birliği ise iç krizlerle boğuşurken dış politika üretmekte zorlanıyor. Tüm bu gelişmeler, klasik anlamda bir küresel hiyerarşinin yerini çok aktörlü, dinamik ve kırılgan bir yapıya bırakmasına neden oluyor.
Küresel hiyerarşinin değişmesi, sadece kimin daha güçlü olduğu sorusunu değil, aynı zamanda kimin neyi meşru saydığı ve hangi kurallara göre hareket edeceği sorusunu da gündeme getiriyor. Uluslararası normlar uzun süre boyunca Batı merkezli değerlerin ürünüydü. Demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi, ifade özgürlüğü gibi kavramlar evrensel ilkeler olarak sunulurken, bu normlara uymayan ülkeler “öteki” ilan ediliyordu. Ancak son yıllarda bu normlar hem içeriden hem dışarıdan sorgulanır hale geldi. Batı’nın kendi ilkelerine ne ölçüde bağlı kaldığı; insan hakları söyleminin ne kadar tutarlı uygulandığı; müdahaleci politikaların ne kadar meşru olduğu konularında ciddi bir meşruiyet krizi yaşanıyor.
Çin’in uluslararası sisteme katılımı, bu normların yeniden şekillenmesinde önemli bir kırılma noktası. Çin, Batı’nın kurallarını kabul etmektense, kendi ekonomik modelini ve siyasi anlayışını ihraç etmeye çalışıyor. Kuşak ve Yol Girişimi gibi projelerle kalkınma anlayışını farklı normlarla inşa ediyor. Aynı şekilde Rusya, Batı’nın müdahaleci politikalarına karşı “çok kutupluluk” vurgusu yaparak kendi güvenlik anlayışını öne çıkarıyor. Bu süreçte geleneksel normların esnekleştiği, bazen bölgeselleştiği bazen de tamamen aşındığı bir uluslararası düzen oluşuyor.
Normların zayıflaması ya da değişmesi, küresel iş birliği mekanizmalarını da etkiliyor. Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar, özellikle pandemi ve Ukrayna savaşı gibi küresel krizlerde etkisiz kaldıkları gerekçesiyle eleştiriliyor. Yeni güç merkezleri bu kurumlara alternatif yapılar kurmaya yöneliyor: BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü gibi platformlar, klasik Batı kurumlarına karşı denge unsurları olarak öne çıkıyor. Bu yeni yapılanmalar da kendi normlarını ve işleyiş biçimlerini ortaya koyarak, küresel yönetişim anlayışını dönüştürüyor.
Bütün bu gelişmeler, uluslararası hukukun da sorgulanmasına neden oluyor. Güçlü devletlerin hukuk dışı müdahalelerine karşı yeterince tepki verilmemesi, normların uygulanabilirliği konusunda güvensizlik yaratıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yalnızca belirli ülkelere karşı harekete geçmesi ya da uluslararası yaptırımların siyasi tercihlerle uygulanması, küresel düzenin adalet temelinde değil çıkar temelinde işlediği algısını güçlendiriyor. Bu durum, daha fazla ülkeyi “kendi normunu oluşturma” eğilimine itiyor.
Küresel hiyerarşilerin değişmesi ve normların dönüşmesi, aynı zamanda uluslararası ilişkilerin doğasını da etkiliyor. Artık ittifaklar daha gevşek, ilişkiler daha pragmatik, devlet davranışları ise daha öngörülemez hale geliyor. Bu durum, belirsizlikleri artırırken aynı zamanda yeni fırsatlar da sunuyor. Yükselen ülkeler için bu ortam, daha fazla hareket alanı ve kendi politikalarını şekillendirme imkânı anlamına geliyor. Ancak bu aynı zamanda artan riskler, çatışmalar ve iş birliği eksikliği gibi tehditleri de beraberinde getiriyor.
Sonuç olarak, uluslararası sistem köklü bir yeniden yapılanma sürecinden geçiyor. Bu süreçte yalnızca güç dengeleri değil, değerler, ilkeler ve normlar da değişiyor. Değişen küresel hiyerarşiler ve çözülmekte olan normatif çerçeve, devletleri daha dikkatli, esnek ve stratejik olmaya zorluyor. Yeni dünya düzeni, yalnızca kimin ne kadar güçlü olduğu değil, kimin nasıl bir düzen tasavvur ettiği sorusuyla da şekillenecek. Bu nedenle önümüzdeki dönemde sadece askeri ya da ekonomik kapasite değil; norm üretme, anlatı kurma ve meşruiyet inşa etme yeteneği de küresel rekabetin en önemli unsurlarından biri haline gelecek.