Uluslararası Sistemin Krizi ve Türkiye’nin Stratejik Otonomi Arayışı

Dünya siyasetinin geleneksel dengeleri sarsılıyor. Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası düzen, giderek daha fazla tartışmalı hale geliyor. ABD’nin küresel liderlik rolü sorgulanıyor, Avrupa Birliği kendi iç sorunlarına gömülürken Çin ve Rusya gibi aktörler meydan okuyor. Çok kutuplu bir dünya düzenine geçiş hız kazanırken, eski ittifaklar esnekleşiyor, güvenlik doktrinleri yeniden yazılıyor ve devletler kendi çıkarlarını önceleyen daha bağımsız politikalar izlemeye yöneliyor. Bu dönüşüm, yalnızca büyük güçleri değil, orta büyüklükteki ülkeleri de derinden etkiliyor. Türkiye’nin bu karmaşık tabloya verdiği stratejik tepki ise, “stratejik otonomi” olarak tanımlanabilecek bir yönelimde somutlaşıyor.

Türkiye, son on yılda dış politikada daha bağımsız bir çizgi izleme çabası içerisinde. Batı ittifakının bir parçası olmasına rağmen, NATO ile zaman zaman gerilim yaşayan; AB üyelik sürecini fiilen dondurmuş olan; Rusya ve Çin’le ilişkilerini çeşitlendirmeye çalışan; savunma sanayiini yerelleştirme ve milli projelerle güçlendirme hedefi güden bir Türkiye profili öne çıkıyor. Bu yönelimin temelinde yatan neden, uluslararası sistemdeki kırılganlık ve güvensizlik ortamıdır. Türkiye, kendi güvenliğini sadece ittifaklara veya dış yardımlara bırakmak istemeyen, gerektiğinde tek başına hareket edebilen bir aktör olmak istiyor.

Uluslararası sistemin yaşadığı kriz sadece askeri ya da jeopolitik değil; aynı zamanda ekonomik, teknolojik ve normatif düzeyde de belirginleşiyor. Küresel tedarik zincirlerinin kırılganlığı, enerji krizleri, iklim değişikliğiyle ilgili çelişkili yaklaşımlar ve yapay zekâ gibi yeni teknolojilerin hegemonya araçlarına dönüşmesi, Türkiye gibi ülkeler için yeni fırsatlar kadar riskler de barındırıyor. Stratejik otonomi bu noktada, sadece askeri alanda değil; enerji, tarım, sağlık, dijital altyapı ve bilgi güvenliği gibi alanlarda da kendine yeterlilik hedefini içeren bir paradigma haline geliyor.

Bu doğrultuda Türkiye, özellikle savunma sanayii yatırımlarına öncelik veriyor. Bayraktar TB2 ve Akıncı gibi yerli SİHA’lar, yalnızca askeri kapasitenin değil, dış politika araçlarının da bir parçası haline gelmiş durumda. Yine nükleer enerji yatırımları, doğalgaz keşifleri, milli uzay programı ve yerli 5G altyapı çalışmaları gibi adımlar da bu stratejik özerklik arayışının parçalarıdır. Türkiye’nin Karadeniz’de doğalgaz keşfetmesi, Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge iddiaları ve Afrika kıtasıyla derinleşen ilişkileri, bu çok yönlü hamlelerin jeopolitik uzantıları olarak değerlendirilebilir.

Stratejik otonomi arayışı, iç siyasetle de yakından ilişkilidir. Uluslararası sistemin belirsizlikleri ve Batı’nın çifte standartlı tutumu, Türk kamuoyunda dışa bağımlılığa dair güvensizlik yaratıyor. Bu nedenle, daha yerli ve milli politikalar toplumsal destek de buluyor. Ancak bu yaklaşımın uzun vadede sürdürülebilirliği, sadece teknik kapasiteye değil; kurumsal istikrar, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve demokratik katılım gibi içsel faktörlere de bağlıdır. Stratejik otonomi, dışa bağımlılığı azaltırken iç hesap verebilirliği artıran bir yönetişim anlayışıyla birleşmediği sürece, gerçek anlamda etkili bir ulusal strateji haline gelmesi zorlaşacaktır.

Öte yandan Türkiye’nin denge siyaseti, büyük güçler arasındaki rekabetin kızıştığı bir dönemde oldukça hassas bir çizgi üzerinde ilerliyor. ABD ile zaman zaman gerilim yaşarken Rusya ile yakınlaşması, ancak aynı zamanda Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne destek vermesi; Çin ile ticari ilişkilerini geliştirirken Uygur meselesinde diplomatik dengeyi gözetmesi; İsrail ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini yeniden kurarken Filistin politikasından taviz vermemeye çalışması, bu denge arayışının somut örnekleridir. Bu bağlamda Türkiye’nin stratejik otonomi politikası, yalnızca güç kazanımı değil aynı zamanda kriz yönetimi becerisi de gerektiriyor.

Sonuç olarak, uluslararası sistemde yaşanan yapısal kriz, Türkiye gibi bölgesel güçler için hem risk hem fırsat sunuyor. Türkiye, tarihsel deneyimi, jeopolitik konumu ve ekonomik potansiyeli ile bu geçiş döneminde etkili bir rol üstlenme arzusunda. Stratejik otonomi arayışı, bu rolü güçlendirme yönünde önemli bir adımdır. Ancak bu arayışın başarıya ulaşması, sadece dış politik hamlelerle değil, içeride demokratikleşme, kurumsal reformlar ve toplumsal uzlaşıyla da desteklenmelidir. Aksi halde, otonomi arayışı bir yalnızlaşmaya veya kırılganlığa dönüşme riski taşıyabilir. Bu nedenle Türkiye’nin geleceği, dış politika ile iç politikanın birbirini tamamlayıcı biçimde yapılandırılmasına bağlıdır.