Enflasyonla Yaşamak: Yeni Normal mi?

Son yıllarda dünya ekonomisinin en çok konuşulan başlıklarından biri olan enflasyon, artık sadece ekonomik bir kavram olmaktan çıkıp bireylerin günlük hayatına doğrudan etki eden bir gerçekliğe dönüşmüş durumda. Market alışverişinden kira ödemelerine, maaş beklentilerinden yatırım kararlarına kadar birçok alanda belirleyici olan enflasyon, toplumun her kesimi için alışılması gereken bir dinamik haline geliyor. Peki, bu durum geçici bir dalgalanma mı, yoksa enflasyonla yaşamak artık yeni normallerimizden biri mi?

Enflasyon, basit tanımıyla fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artıştır. Ancak bu basit tanım, yaşanılan pratik gerçekliği tam olarak yansıtmaz. Çünkü enflasyon, yalnızca fiyatların yükselmesi değil, aynı zamanda alım gücünün azalması, gelir dağılımının bozulması ve ekonomik istikrarsızlığın derinleşmesi anlamına da gelir. Özellikle sabit gelirli kesimler için enflasyon, hayat standardında dramatik bir düşüş demektir. Her ay eriyen maaşlar, ertelenen harcamalar ve artan borç yükü, toplum psikolojisinde kaygı, öfke ve güvensizlik gibi duyguları beraberinde getirir.

Küresel anlamda enflasyonun yükselmesinde pandemi sonrası arz-talep dengesizlikleri, tedarik zinciri sorunları, enerji ve gıda fiyatlarındaki artışlar gibi birçok faktör etkili oldu. Ancak gelişmekte olan ülkelerde bu etkenlere ek olarak yapısal ekonomik sorunlar, döviz kuru baskıları ve para politikalarındaki belirsizlikler de tabloyu daha karmaşık hale getiriyor. Türkiye gibi ekonomilerde enflasyon, sadece dışsal şoklardan değil, aynı zamanda içsel yönetim zafiyetlerinden de besleniyor.

Merkez bankalarının faiz politikaları, hükümetlerin maliye stratejileri ve piyasa beklentileri, enflasyonun yönünü belirleyen temel etkenler arasında yer alıyor. Ancak enflasyonun kalıcı mı, geçici mi olduğu sorusu yalnızca teknik analizlerle yanıtlanabilecek bir soru değil. Çünkü ekonomik göstergeler kadar önemli olan bir başka unsur da beklentiler yönetimidir. Eğer toplum, enflasyonun kalıcı hale geleceğine inanırsa, bu beklenti davranışlara yansır ve enflasyonun kendisi bir kısır döngü haline gelir. Üreticiler maliyetleri önceden artırır, tüketiciler stok yapar, tasarruf eğilimi düşer, dövize yönelim artar. Böylece enflasyon sadece sonuç değil, aynı zamanda sebep haline gelir.

Bu noktada temel soru şudur: Enflasyonla mücadele etmek mi, yoksa enflasyonla yaşamaya alışmak mı daha gerçekçidir? Birçok ülkede uygulanan sıkı para politikaları kısa vadede talebi daraltarak fiyatları kontrol altına almayı hedeflese de bu yöntemler beraberinde resesyon riskini de taşır. Diğer yandan enflasyonla yaşamak, yani fiyat artışlarının hayatın doğal bir parçası haline gelmesi, ekonomik disiplinin gevşediği, refahın sürdürülemez hale geldiği yapıya zemin hazırlar.

Enflasyonla yaşamak zorunda kalan bireyler, davranışlarını da bu yeni düzene göre şekillendirmektedir. Kısa vadeli düşünme eğilimi artmakta, yatırım tercihlerinde reel getiri arayışı öne çıkmakta, tüketim kararları hızlanmaktadır. Bu durum ekonomik büyümede geçici canlanmalar yaratabilir; ancak uzun vadede finansal istikrarı tehdit eder. Daha da önemlisi, enflasyonun kalıcı hale gelmesi sosyal adaletsizliği derinleştirir, gelir eşitsizliğini artırır ve toplumsal huzuru bozar.

Sonuç olarak, enflasyonla yaşamak, zorunluluk haline gelmiş olabilir; ancak bu durumu “yeni normal” olarak kabul etmek, ekonomik yönetim açısından teslimiyet anlamına gelir. Etkin para politikaları, şeffaf yönetim, yapısal reformlar ve güven veren kurumlar olmadan enflasyonla mücadele mümkün değildir. Geçici görünen enflasyonun kalıcı soruna dönüşmemesi için, toplumsal bilinçle desteklenen kararlı ekonomik stratejiye ihtiyaç vardır. Aksi takdirde, enflasyon sadece cebimizi değil, geleceğimizi de aşındırmaya devam eder.