Türkiye ekonomisinin en önemli sorunu, uzun süredir yapısal kırılganlıklarla birlikte derinleşen enflasyonist baskılar ve güven sorunudur. Bu sorun, sadece fiyat artışlarından ibaret olmayıp, ekonomik aktörlerin geleceğe dair öngörü ve plan yapabilmesini engelleyen, yatırımları sınırlayan ve gelir dağılımını bozan çok katmanlı bir yapıya dönüşmüştür. Türkiye’de enflasyonun kronikleşmesi, sadece piyasa koşullarıyla açıklanamayacak kadar derin bir arka plana sahiptir. Para politikasının etkinliğini yitirmesi, merkez bankasının bağımsızlığına yönelik kaygılar, hukuki güvencelerin zayıflaması ve siyasi müdahalelerin ekonomik kurumlara yön vermesi bu sorunun temel nedenlerindendir.
Yüksek ve istikrarsız enflasyon ortamı, toplumun tüm kesimlerini doğrudan etkilemekte; sabit ve dar gelirli vatandaşlar açısından yaşam standardının her geçen gün daha da düşmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda işletmeler açısından da belirsizliğin arttığı bir ekonomik iklim yaratmakta, uzun vadeli yatırım kararlarını ertelenebilir hale getirmektedir. Girdi maliyetlerinin sürekli değiştiği bir piyasada fiyatlama yapısı bozulur ve reel sektörün rekabet gücü zayıflar. Bu durum ihracat kapasitesine de yansır ve dış ticaret açığı kronikleşir.
Enflasyonun yanında Türkiye ekonomisinin bir diğer temel kırılganlığı döviz bağımlılığıdır. Üretim yapısı büyük ölçüde ithalata dayalıdır. Özellikle enerji, teknoloji ve ara malı ithalatındaki yüksek oran, kur şoklarına karşı ekonomiyi hassas hale getirmektedir. Bu kırılganlık, cari açığın yüksek olduğu dönemlerde dış borçlanmayı zorunlu kılar ve ülkenin dış finansmana olan bağımlılığı artar. Sıcak para girişlerine dayanan büyüme modeli, kısa vadeli kazançlar sağlasa da sürdürülebilirliği zayıf bir yapıya sahiptir. Finansal dalgalanmalar ve küresel faiz artışları gibi dış etkenler, Türkiye gibi yüksek döviz ihtiyacı olan ülkeleri doğrudan sarsar.
Bir başka ciddi sorun ise hukuki güvencelerin ve kurumsal bağımsızlıkların aşınmasıdır. Yatırımcılar, öngörülebilir bir hukuk sistemi, şeffaf kamu yönetimi ve istikrarlı ekonomik politikalar görmek ister. Ancak Türkiye’de son yıllarda alınan birçok ekonomik kararın siyasi müdahalelerle şekillenmesi, piyasa aktörleri nezdinde güvensizlik yaratmaktadır. Bu durum yabancı sermaye girişlerini azaltmakta, yerli yatırımcının bile döviz ya da altın gibi güvenli limanlara yönelmesine neden olmaktadır. Güven kaybı yalnızca finansal değil, aynı zamanda üretkenliğin düşmesine ve genç iş gücünün yurtdışına yönelmesine de neden olmaktadır.
İş gücü piyasasında da ciddi yapısal sorunlar bulunmaktadır. Özellikle genç işsizlik oranlarının yüksekliği, kayıt dışı istihdamın yaygınlığı ve nitelikli iş gücünün yetersiz değerlendirilmesi Türkiye’nin demografik avantajını ekonomik kazanca çevirememesine neden olmaktadır. Eğitim politikaları ile iş gücü piyasası arasındaki kopukluk, üniversite mezunu işsizliğinin artmasıyla kendini göstermektedir. Bu da uzun vadede üretim kalitesini düşüren ve toplumsal huzursuzluğu besleyen bir başka yapısal sorun olarak karşımıza çıkar.
Son olarak, Türkiye ekonomisinin temel sorunlarından biri de gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliktir. Enflasyonun yüksek olduğu dönemlerde bu eşitsizlik daha da derinleşir. Varlık fiyatlarındaki yükselişten sadece belirli kesimler faydalanabilirken, geniş halk kitleleri hayat pahalılığı altında ezilmektedir. Bu da tüketim alışkanlıklarını bozar, iç talebi daraltır ve sosyal huzursuzluk riskini artırır.
Tüm bu sorunlar birbirinden bağımsız değil; aksine birbirini besleyen ve büyüten bir yapı içindedir. Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu, sadece teknik göstergelerle ölçülebilecek bir mesele değil; aynı zamanda güven, istikrar ve uzun vadeli kurumsal aklın kaybıdır. Bu tabloyu düzeltmek, ancak ekonomik kurumların yeniden yapılandırılması, hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi ve şeffaf, hesap verebilir bir yönetim anlayışının benimsenmesiyle mümkündür. Ekonomik büyüme, sürdürülebilir ve kapsayıcı olmadığı sürece ne refah yaratabilir ne de toplumsal istikrar sağlayabilir. Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin temel sorunu, kısa vadeli pansuman politikalarla değil, yapısal reformlarla aşılabilecek kadar köklü ve ciddidir.