Türkiye ekonomisi gelişiyor mu, çöküyor mu? Bu soru, son yıllarda kamuoyunda sıkça sorulmakta ve farklı kesimlerden farklı yanıtlar almaktadır. Bir yanda büyüme rakamları, ihracat artışı, mega projeler ve altyapı yatırımlarıyla öne çıkan bir ekonomik yapıdan söz edilirken, diğer yanda yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, gelir adaletsizliği ve dış borç gibi yapısal sorunların derinleştiği bir tablo ortaya konulmaktadır. Bu zıt verilerin bir arada bulunması, Türkiye ekonomisinin hem gelişim hem de kırılganlık unsurlarını aynı anda taşıdığını göstermektedir.
Makroekonomik veriler baz alındığında, Türkiye ekonomisi son 20 yılda önemli ölçüde büyümüştür. Özellikle sanayi üretimi, inşaat sektörü ve hizmetler alanındaki artış, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’yı (GSYİH) sürekli yukarı taşımıştır. Otomotiv, savunma sanayi, tekstil ve turizm gibi sektörlerde küresel çapta rekabet edebilen bir yapı kurulmuştur. Ayrıca ihracatın coğrafi çeşitlenmesi, Türkiye’nin dış pazarlara erişim kapasitesini artırmış ve ekonomiyi daha dışa açık hale getirmiştir.
Ancak bu büyümenin niteliği tartışmalıdır. Niteliksiz büyüme, yani katma değeri düşük sektörlere dayalı ve istihdam yaratma gücü zayıf bir ekonomik model, sürdürülebilirlik açısından ciddi soru işaretleri doğurmaktadır. Özellikle teknolojik üretim kapasitesinin sınırlı olması, dışa bağımlılığın devam etmesi ve ithalata dayalı sanayi yapısı, büyümenin kalıcı refah üretememesine neden olmaktadır. Buna ek olarak, eğitim ve hukuk sistemindeki sorunlar, yatırım ortamını olumsuz etkileyerek özel sektörün uzun vadeli strateji geliştirmesini güçleştirmektedir.
Türkiye ekonomisinin son yıllarda karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan biri de yüksek enflasyondur. Gıda, barınma ve enerji gibi temel ihtiyaç kalemlerinde yaşanan fiyat artışları, geniş halk kesimlerinin alım gücünü ciddi biçimde aşındırmıştır. Enflasyonla mücadelede uygulanan para politikalarının etkisiz kalması, Türk lirasındaki değer kaybı ve güven kaybını tetiklemekte; bu da döviz kuru üzerinden ithalat maliyetlerini artırarak fiyatlara yansımaktadır. Bu kısır döngü, ekonomide stagflasyon benzeri bir duruma yol açmakta, yani düşük büyüme ve yüksek enflasyon aynı anda yaşanmaktadır.
Buna karşılık bazı çevreler, ekonomik sıkıntıların geçici olduğunu ve Türkiye’nin güçlü dinamiklerle bu süreci aşabileceğini savunmaktadır. Genç ve dinamik nüfus, girişimcilik potansiyeli, coğrafi konumun sağladığı lojistik avantajlar ve dijitalleşme alanındaki ilerlemeler, uzun vadede Türkiye’nin küresel rekabette öne çıkmasını sağlayabilecek etkenlerdir. Ayrıca savunma sanayi ve yenilenebilir enerji gibi stratejik sektörlerde atılan adımlar, dış bağımlılığı azaltma potansiyeli taşımaktadır.
Ancak yapısal reformlar olmadan bu potansiyelin tam anlamıyla değerlendirilemeyeceği de açıktır. Hukukun üstünlüğü, liyakat temelli kamu yönetimi, şeffaf mali politikalar ve kurumsal bağımsızlık gibi temel reform alanlarında ilerleme sağlanmadıkça, ekonomiye güvenin tesisi zorlaşacaktır. Özellikle dış yatırımcının güven duymadığı bir ortamda, sermaye girişi sınırlı kalmakta ve ekonomi içeriden fonlama kaynaklarıyla çevrilebilir olmaktan uzaklaşmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye ekonomisi ne tamamen gelişiyor ne de tamamen çöküyor. İki durumun da izlerini taşıyan hibrit bir yapı söz konusudur. Ekonomi; bir yandan dinamizm ve adaptasyon kabiliyetiyle ayakta kalmayı başarırken, diğer yandan yapısal sorunlar nedeniyle istikrar üretememektedir. Bu belirsizlik ortamı, ekonomik aktörlerin uzun vadeli plan yapmasını zorlaştırmakta ve bireylerde ekonomik gelecek kaygısını artırmaktadır. Türkiye’nin bu ikili yapıdan çıkış yolu ise, güven veren, rasyonel, hesap verebilir ve uzun vadeli kalkınma odaklı bir ekonomi politikasını hayata geçirmesinden geçmektedir.