Türkiye ekonomisi son yıllarda sert sınavlardan geçti ve geçmeye devam ediyor. Enflasyonla mücadele, kur istikrarı, işsizlikle başa çıkma, dış borç yönetimi gibi yapısal sorunlar hâlâ çözüm beklerken, siyasal tercihler ve popülist söylemler çoğu zaman ekonomik gerçekliğin önüne geçiyor. Bu durum, ekonominin uzun vadeli bir plan dahilinde yönetilmesini zorlaştırıyor. Türkiye’de ekonomi ile popülizm arasındaki denge giderek daha fazla tartışma konusu olurken, bu gerilim ülkenin finansal yönünü doğrudan etkiliyor.
Popülizm, halkın anlık beklentilerine yönelik politikalarla oy kazanma hedefinin öne çıkmasıdır. Bu tarz politikalar genellikle kısa vadeli memnuniyet üretir; fakat uzun vadede ekonomik dengeleri bozar. Türkiye’de geçmişte de çeşitli dönemlerde popülist ekonomik hamleler görülmüştür, ancak son yıllarda bu eğilim daha belirgin bir hâl almıştır. Özellikle seçim dönemlerinde artan kamu harcamaları, düşük faiz politikalarıyla yaratılan yapay ekonomik canlanmalar ve yüksek enflasyona rağmen sürdürülen sübvansiyonlar, uzun vadede mali disiplinin bozulmasına ve ekonomide kırılganlığın artmasına neden olmuştur.
Finansal sistemin en önemli ihtiyaçlarından biri öngörülebilirliktir. Ancak popülizmin doğası gereği sık sık değişen politikalar, ekonomik aktörler için belirsizlik yaratır. Bu belirsizlik hem yerli hem de yabancı yatırımcının risk algısını artırır. Türkiye’de uygulanan “faiz sebep, enflasyon sonuç” gibi bilimsel temeli zayıf yaklaşımlar, finansal piyasalarda güveni zedelemiş ve Türk Lirası’nın istikrarsızlığına yol açmıştır. Kur şokları ve dövize olan yüksek talep, şirket bilançolarını olumsuz etkilemiş, hanehalkı tasarruf tercihlerinde dolara yönelimi hızlandırmıştır.
Bununla birlikte, kamu maliyesi üzerinde popülist politikaların ağır bir yük oluşturduğu da açıktır. Sosyal yardımların kontrolsüz biçimde artması, enerji sübvansiyonlarının genişlemesi, asgari ücret ve memur maaşlarında ekonomik gerçeklerle bağdaşmayan artışlar, bütçe açığını derinleştirir. Kısa vadede alım gücünü artırıyor gibi görünen bu uygulamalar, uzun vadede yüksek enflasyonla geri döner ve satın alma gücünü daha da eritir. Bu kısır döngü, toplumun refah düzeyini artırmaktan çok, onu zamanla daha da kırılgan hale getirir.
Merkez Bankası gibi teknik ve bağımsız kurumların siyasal baskılarla hareket etmesi, para politikasının etkinliğini zayıflatır. Oysa güçlü bir ekonomi, teknik akla ve özerk kurumsal yapılara dayanır. Bağımsız karar alabilen bir Merkez Bankası, sadece enflasyonu kontrol altına almakla kalmaz, aynı zamanda finansal piyasalara yön verir ve yatırımcı güvenini tesis eder. Ancak popülizm, bu kurumların karar alma mekanizmalarına sürekli müdahaleyi beraberinde getirerek, finansal istikrarı riske atar.
Öte yandan popülizmin tek taraflı bir problem olmadığı da unutulmamalıdır. Halkın beklentilerini karşılayamayan ekonomik yapılar, zamanla seçmen tercihlerinde popülist çözümlere açık kapı bırakır. Bu nedenle sadece yönetenlerin değil, toplumun da ekonomik okuryazarlığının artması, taleplerin daha rasyonel bir zeminde oluşmasını sağlar. Kısa vadeli çözümler yerine uzun vadeli kalkınma politikaları talep eden bir kamuoyu, popülizmin sınırlarını çizebilir.
Türkiye’nin finansal yönü, gelecekte hangi çizgide ilerleyeceğine bağlı olarak şekillenecek. Ya ekonomik gerçeklerle yüzleşerek yapısal reformlara yönelecek ya da popülizmin konfor alanında kalıp kriz sarmalına daha fazla hapsolacaktır. Bu tercihin belirleyicisi sadece hükümetler değil, aynı zamanda toplumsal duyarlılıklar ve sivil baskılar olacaktır. Uzun vadeli büyüme ve refah artışı, yalnızca gerçekçi, planlı ve katılımcı bir ekonomik yönetişimle mümkündür. Türkiye, kaynaklarını israf etmeyen, üretkenliği ve verimliliği önceleyen, finansal sistemi güvenilir hale getiren bir anlayışı benimserse, hem içeride hem dışarıda güçlü bir ekonomik aktör olarak konumunu sağlamlaştırabilir. Aksi halde, popülizmin getirdiği geçici alkışlar, kalıcı sorunların üzerini örtmeye yetmeyecektir.