Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun üzerinden bir asrı aşkın bir zaman geçti. Bu, sadece siyasi ve toplumsal değil, aynı zamanda derin ekonomik dönüşümlerin yaşandığı, inişli çıkışlı, destansı bir yüz yıldı. Cumhuriyet’in kurucuları, savaştan çıkmış, nüfusu kırılmış, sanayisi neredeyse yok denecek durumda bir ülke devralmıştı. Lozan’da kapitülasyonların kaldırılması, ekonomik bağımsızlık yolunda atılan ilk ve en kritik adımdı. Erken Cumhuriyet dönemi, bu yıkıntıların üzerine ulusal ve millî bir ekonomi inşa etme çabalarıyla şekillendi. Devlet, öncü rolü üstlendi. Ağır sanayi yatırımları, demiryollarının yaygınlaştırılması, bankacılık sisteminin kurulması ve beş yıllık kalkınma planlarıyla, özel sektörün henüz güçlenmediği bir ortamda, ekonominin omurgası devlet eliyle oluşturulmaya çalışıldı. Bu dönem, otarşik, dışa kapalı, ancak ulusal bilinci güçlendiren bir ekonominin temellerinin atıldığı yıllardı.
1950’ler, Türkiye ekonomisinde bir dönüm noktası oldu. Çok partili hayata geçişle birlikte ekonomik politikalar da liberalleşme eğilimine girdi. Tarımda makineleşme hızlandı, karayolu ağırlıklı ulaşım yatırımları öne çıktı. Ancak bu dönem aynı zamanda dış ticaret açıklarının ve dış borçlanmanın arttığı yıllar olarak da hafızalara kazındı. 1960’lara gelindiğinde, ithal ikameci sanayileşme modeli benimsendi. Amaç, dışarıdan alınan malları yurt içinde üreterek döviz tasarrufu sağlamak ve sanayiyi geliştirmekti. Bu model, belirli bir sanayi altyapısının oluşmasını sağladıysa da, korumacı duvarların ardında verimsizleşen, rekabet gücü düşük ve sürekli olarak dövize ihtiyaç duyan bir yapıyı da beraberinde getirdi. 1970’ler ise bu sıkıntıların iyice su yüzüne çıktığı, petrol krizlerinin de etkisiyle kıtlıkların, kuyrukların ve ağır bir döviz sıkıntısının yaşandığı “lost decade” kayıp on yıl olarak tarihe geçti.
24 Ocak 1980 Kararları, Türkiye ekonomisinin rotasını kökten değiştirdi. Dışa kapalı, devletçi modelden, dışa açık, ihracata dayalı, serbest piyasa ekonomisini benimseyen bir modele geçişin manifestosuydu. İthal ikameciliğin yerini ihracat teşvikleri, devletçiliğin yerini özelleştirmeler aldı. Bu dönüşüm, inşaat ve finans sektörlerinin ön plana çıktığı, Anadolu’da yeni bir müteşebbis sınıfının doğduğu yıllardı. 1989’da sermaye hesaplarının serbestleştirilmesi ise finansal anlamda Türkiye’yi küresel dalgalanmalara tamamen açık hale getiren bir mihenk taşı oldu. 1990’lara damgasını vuran, bu serbestleşmiş sermaye hareketlerinin yarattığı istikrarsızlık oldu. Sıcak para giriş-çıkışlarının tetiklediği finansal krizler, yüksek enflasyon ve siyasi istikrarsızlıkla birleşerek ekonomide sürekli bir kırılganlık yarattı. 1994, 1999 ve nihayet 2001 krizleri, ekonominin yapısal sorunlarının artık kronikleştiğini gösterdi.
2001 krizi, bir çöküşün eşiğinden dönüldüğü en ağır krizlerden biriydi. Ancak bu kriz, güçlü bir kemer sıkma programı ve bankacılık sektörünü yeniden yapılandıran kapsamlı reformlarla sonuçlandı. Bağımsız bir kurum olarak Merkez Bankası’nın güçlendirilmesi, kamu maliyesinde disiplin ve bankacılık denetiminin etkinleştirilmesi, 2000’li yılların başında sağlanan makroekonomik istikrarın temel taşları oldu. Bu dönemde, düşen enflasyon, artan yabancı yatırım ve güçlü büyüme oranlarıyla Türkiye, uluslararası arenada “yükselen pazar” olarak parladı. Kamu borcu kontrol altına alındı, bankacılık sektörü güçlendi. Ancak, 2008 küresel finans krizi ve sonrasında, bu büyüme modelinin ağırlıklı olarak inşaat ve sıcak para girişine dayalı olduğu, reel üretim ve katma değerli ihracat konusunda ise yeterli dönüşümün sağlanamadığı görüldü.
Son on yılda ise ekonomi politikalarında yeniden belirgin bir kayma yaşandı. Büyümeyi önceleyen, faiz-enflasyon ilişkisine geleneksel makroekonomi teorisinden farklı bir bakış açısı getiren politikalar ön plana çıktı. Döviz kurlarındaki hareketlilik, kronik hale gelen cari açık ve enflasyon, ekonominin temel gündem maddeleri olarak varlığını sürdürdü. TL’deki değer kaybı, yüksek enflasyon ve alım gücündeki erime, hanehalkları için geçim zorluğunu öne çıkaran unsurlar oldu. Bu dönem, aynı zamanda Türkiye ekonomisinin küresel tedarik zincirlerindeki konumunu güçlendirme, savunma sanayi ve yazılım gibi yüksek teknoloji alanlarına yönelme çabalarının da yoğunlaştığı bir evreye işaret etti.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, Türkiye ekonomisinin yüz yıllık serüveni, sürekli bir arayış ve dönüşüm hikayesidir. Devletçilikten liberalizme, ithal ikameciden ihracata dayalı büyümeye, istikrar arayışlarından büyüme odaklı politikalara uzanan bir yelpazede dalgalandı. Her dönem kendi içinde başarıları ve açmazları barındırdı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında temeli atılan sanayi, 1980 sonrasında dünya ile bütünleşen dinamik bir özel sektör, demografik olarak genç ve üretken bir nüfus, Türkiye’nin en büyük potansiyelidir. Ancak, tasarruf açığı, eğitim-istihdam uyumsuzluğu, kurumsal yapıların güçlendirilmesi gerekliliği ve teknolojik dönüşümü yakalama ihtiyacı, önümüzdeki yüz yıla hazırlanırken aşılması gereken temel zorluklar olarak durmaktadır. Türkiye ekonomisi, geçmişin tüm birikimi ve dersleriyle, yeni yüzyılında daha istikrarlı, daha adil ve daha müreffeh bir model inşa etme sınavıyla karşı karşıyadır.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun!










