Günümüz ekonomisinde şirketler için varlığını sürdürebilmek, yalnızca kâr etmek ya da satışlarını artırmakla sınırlı değil; artık ayakta kalmak bile başlı başına bir mücadele haline gelmiş durumda. Pandemi sonrası toparlanma sürecine henüz tam anlamıyla adapte olamayan dünya ekonomisi, yüksek enflasyon, dalgalı döviz kurları, küresel tedarik zinciri sorunları ve artan faiz oranları gibi çok katmanlı krizlerle sarsılırken, bu sarsıntıların en ağır bedelini küçük ve orta ölçekli işletmeler ödemeye devam ediyor. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu baskı, sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik ve toplumsal bir travmaya dönüşmüş durumda.
Küresel ekonomik sistemin merkezinde yer alan maliyet baskısı, şirketleri karar almaya zorlayan en büyük faktörlerden biri haline geldi. Girdi maliyetlerinin yükselmesi, enerji fiyatlarının kontrolsüz artışı ve iş gücü maliyetlerinin baskısı, şirketlerin kâr marjlarını neredeyse sıfırlıyor. Bu durumda şirketler ya fiyat artırmak ya da maliyet kısmak zorunda kalıyor; ancak bu iki tercih de yeni riskleri beraberinde getiriyor. Fiyat artıran şirketler müşteri kaybıyla karşı karşıya kalırken, maliyet kısanlar ise genellikle istihdamı azaltarak veya kaliteyi düşürerek ayakta kalmaya çalışıyor. Her iki durumda da uzun vadede sürdürülebilirlik ciddi biçimde tehdit altında kalıyor.
Birçok sektör, özellikle üretime dayalı olanlar, bu zorlu koşullarda ayakta kalmak için borçlanma yoluna başvuruyor. Ancak faiz oranlarının yükselmesiyle birlikte borcun maliyeti de ağırlaşıyor. Finansal kaynaklara erişim zorlaştıkça, şirketler nakit akışı sorunlarıyla boğuşuyor. Birçok işletme, personel maaşlarını ödemekte zorlanıyor, vergi ve SGK yükümlülüklerini ertelemek zorunda kalıyor veya yatırımlarını askıya alıyor. Bu durum hem iş gücü piyasasında güvensizlik yaratıyor hem de ülke ekonomisinin genel dinamizmini törpülüyor. Sonuçta, yalnızca bireysel şirketler değil, bütün bir ekonomik yapı daralma tehdidiyle karşı karşıya kalıyor.
Ekonomik baskının altında ezilen şirketlerin yaşadığı sorunlar yalnızca dışsal faktörlerle sınırlı değil. Aynı zamanda rekabetin geldiği boyut, küçük aktörlerin yaşam alanını giderek daraltıyor. Büyük sermaye grupları, hem teknolojik altyapı hem de ölçek ekonomisinin avantajlarını kullanarak küçük işletmeleri piyasadan silmekte zorlanmıyor. E-ticaret devlerinin girdiği her sektörde küçük oyuncuların rekabet şansı neredeyse kalmıyor. Üstelik tüketici davranışları da bu yapıya entegre oldukça, yerel işletmelerin ayakta kalma şansı daha da azalıyor. Bu durum, sadece ekonomik çeşitliliğin değil, kültürel zenginliğin de erozyona uğramasına yol açıyor.
Diğer yandan, bürokratik yükler ve vergi sisteminin karmaşıklığı da şirketlerin üzerindeki baskıyı artırıyor. Birçok işletme, muhasebe ve yasal zorunluluklarla uğraşmaktan operasyonlarına odaklanamaz hale gelmiş durumda. Yeni girişimciler için bu tablo daha da karanlık: sermaye yetersizliği, pazar hakimiyeti olan şirketlerle rekabet edememe ve sürdürülebilirlik stratejilerinin oluşturulamaması nedeniyle daha ilk yıllarında binlerce şirket kapısına kilit vuruyor. Resmi istatistikler, açılan şirket sayısının yüksek olmasına rağmen, hayatta kalma oranlarının dramatik biçimde düştüğünü ortaya koyuyor.
Ancak bu karamsar tabloya rağmen, bazı şirketler inovasyon, dijital dönüşüm ve adaptasyon stratejileriyle bu zorlu koşullarda bile varlıklarını sürdürebiliyor. Esnek iş modelleri, uzaktan çalışma sistemlerine geçiş, yerel tedarik zincirlerine yönelme, dijital pazarlama yatırımları ve çevik yönetim anlayışı bu şirketlerin ayakta kalmasında etkili oluyor. Yine de bu dönüşüm her şirket için kolay değil. Teknolojik altyapıya yatırım yapacak finansal güce sahip olmayan işletmeler, bu dönüşüm sürecinin dışında kalıyor ve rekabet edemediği için zamanla eriyor.
Tüm bu gerçekler bize şunu gösteriyor: Ayakta kalmak artık yalnızca bir başarı değil, bir direniş biçimi halini aldı. Bu direniş sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal bir anlam taşıyor. Çünkü her kapanan şirket, birkaç kişinin değil, bir ailenin, bir mahallenin, hatta bir kentin sosyal dokusunu etkiliyor. İşsiz kalan çalışanlar, iflas eden esnaflar ve geleceğe dair umutlarını kaybeden girişimciler, bu büyük sistemsel krizin sessiz kurbanları haline geliyor. Ekonomi yalnızca rakamlardan ibaret değil; her şirketin ardında bir hikâye, bir çaba ve bir yaşam mücadelesi var.
Devlet politikalarının ve ekonomik kararların bu insan merkezli bakış açısıyla şekillendirilmesi, yalnızca makroekonomik dengeleri değil, aynı zamanda toplumsal barışı da korumak açısından kritik önemde. Kredi destek paketlerinden vergi ertelemelerine, dijital dönüşüm teşviklerinden yerel işletmelere yönelik özel programlara kadar birçok başlıkta daha yapıcı, kapsayıcı ve sürdürülebilir politikaların hayata geçirilmesi şart. Aksi halde, ekonomik baskının altında ezilen şirketlerin sesi, zamanla tamamen sessizleşebilir. Bu sessizlik, yalnızca ticari hayatın değil, bir toplumun ekonomik umutlarının da kaybolduğunu simgeler.










