2025 geride kalırken Türkiye ekonomisi için en çok duyulan cümle belki de “çok şükür” oldu. Yüksek enflasyonun günlük hayatı baskıladığı, alım gücünün aşındığı bir dönemin ardından, dezenflasyon politikalarının sonuç vermeye başlaması hem piyasalarda hem de beklentilerde temkinli bir iyimserlik yarattı. Merkez Bankası raporları, rakamsal olarak bu iyileşmeyi teyit ederken, asıl tartışma noktası bu olumlu tablonun vatandaşın cebine ne zaman ve ne ölçüde yansıyacağı sorusunda düğümleniyor.
Küresel ölçekte bakıldığında tablo hâlâ kırılgan. Korumacılık eğilimleri artıyor, ticaret savaşlarının gölgesi tam olarak kalkmış değil. ABD-Çin hattında süregelen müzakereler ve ABD’de devam eden hukuki süreçler, küresel ticaret politikalarında belirsizliği yüksek tutuyor. Tarife oranları geçmişe kıyasla yüksek seviyelerini korurken, küresel büyüme zayıf seyrediyor. Türkiye’nin ihracat ağırlıkları dikkate alınarak hesaplanan küresel büyüme varsayımı, 2025 için yüzde 2,0 seviyesinde korunurken, 2026 için yüzde 2,2’ye sınırlı bir aşağı yönlü revizyon yapılması, dış talebin güçlü bir destek sunmayacağını gösteriyor.
Bu çerçevede oluşturulan orta vadeli tahminlerin temelinde, ülke risk priminde bozulma olmadığı, sıkı para politikasının fiyat istikrarı sağlanana kadar kararlılıkla sürdürüleceği bir senaryo yer alıyor. Talep, kur ve beklenti kanalları üzerinden dezenflasyon sürecinin güçleneceği varsayımı, teknik olarak tutarlı görünüyor. Ancak bu tutarlılık, sahadaki ekonomik hissiyatla her zaman örtüşmüyor.
TCMB’nin öngörülerine göre 2025 yıl sonunda enflasyonun yüzde 31–33, 2026 sonunda ise yüzde 13–19 aralığında gerçekleşmesi bekleniyor. 2027’de tek haneli enflasyon ve orta vadede yüzde 5 hedefinde istikrar vurgusu, ekonomi yönetiminin rotasını net biçimde ortaya koyuyor. Ayrıca tahmin patikasına ek olarak 2025, 2026 ve 2027 için sırasıyla yüzde 24, yüzde 16 ve yüzde 9’luk ara hedeflerin tanımlanması, iletişim açısından önemli bir adım olarak öne çıkıyor.
Maliye politikası tarafında ise Orta Vadeli Program, bütçe dengelerindeki iyileşmenin faiz dışı harcamalardaki azalışla sağlanacağını ve mali disiplinin dezenflasyon sürecine destek vereceğini öngörüyor. Kâğıt üzerinde bu çerçeve oldukça olumlu. Ancak riskler de aynı raporun satır aralarında açıkça sıralanıyor: küresel emtia fiyatları, gıda fiyatlarındaki oynaklık, geçmiş enflasyona endeksli fiyatlama davranışları ve para–maliye politikaları arasındaki eşgüdüm ihtiyacı.
Asıl kopuş noktası tam da burada başlıyor. Raporlar umut verici olabilir, fakat reel hayatta enflasyon hâlâ hissedilenden daha düşük açıklanıyor algısı güçlü. Özellikle gıda fiyatları, dar ve orta gelirli kesimler için enflasyonun gerçek yüzünü belirliyor. KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergiler, fiyat artışlarının tüketiciye daha sert yansımasına neden olurken, adil gelir dağılımı ve adil vergi sistemi tartışmaları giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. 85 milyonluk bir ülkede nüfusun yüzde 75–80’inin orta ve alt gelir grubunda yer alması, ekonomik iyileşmenin toplumsal tabana yayılmasını zorlaştırıyor.
Ticaret kesimi cephesinde beklenti net: finansmana erişimin kolaylaşması, faizlerin düşmesi ve kamu borçlarına yönelik yapılandırmalar. Tüketici tarafında ise beklenti daha temel: açıklanan değil, hissedilen enflasyonun düşmesi. Bu da yalnızca para politikasıyla değil, tarımdan vergi politikasına kadar uzanan yapısal adımlarla mümkün.
Sonuç olarak 2026’ya girerken tablo ne tamamen karanlık ne de fazlasıyla parlak. Makro göstergelerde iyileşme sinyalleri var, ancak bu sinyallerin kalıcı refaha dönüşmesi için gelir dağılımı, vergi adaleti ve fiyatlama davranışları gibi alanlarda somut ilerleme şart. 2025 bitti, evet; ama asıl sınav 2026’da ekonominin sadece rakamlarda değil, günlük hayatta da nefes aldırıp aldırmayacağı olacak.










