“Ucuz ama gitmiyor.” Son bir yıldır borsaya bakan birçok yatırımcının diline yerleşmiş bu cümle, aslında bugünkü ruh hâlinin en net özeti. Endeksler tarihsel ortalamalara göre cazip, birçok hisse defter değerinin, hatta nakit yaratma kapasitesinin altında fiyatlanıyor. Buna rağmen alıcı iştahı zayıf, yükselişler cılız ve kalıcılıktan uzak. Bu noktada yatırımcı için asıl yıpratıcı olan şey fiyatın ucuzluğu değil; ucuzluğun bir türlü “edeğine” yansımaması.
Ucuz olan bir yatırım aracı, tek başına yükselmek için yeterli değildir. Piyasa ucuzluğu aylarca, hatta yıllarca görmezden gelebilir. Çünkü fiyatı yukarı taşıyan şey matematikten çok hikâyedir. O hikâye yoksa, bilanço ne kadar iyi olursa olsun veya çarpanlar ne kadar düşük görünürse görünsün, fiyat yerinde sayar. Son dönemde borsayı soğutan temel problem de tam olarak burada yatıyor: yatırımcı ucuzluğun farkında ama neden ve ne zaman yükseleceğine dair ikna edici bir senaryoyla karşılaşmıyor.
Altın örneği bu açıdan oldukça öğreticidir. Aylarca, neredeyse kimsenin dönüp bakmadığı bir yatay seyir izledi. Çarpan mı vardı? Hayır. Bilanço mu açıklıyordu? Hayır. Ama FED’e dair beklentiler, faiz indirimi ihtimali ve küresel risk algısındaki değişim net bir hikâye yarattı. Hikâye gelir gelmez, fiyatlama da gecikmeden geldi. Bu bize şunu hatırlatıyor: piyasa her zaman önce gerekçeyi, sonra fiyatı satın alır.
Bugün borsa tarafında yatırımcının görebildiği tek potansiyel hikâye ise sınırlı ve kırılgan. Büyümenin tamamen durmadığı, fakat enflasyonun ve faizlerin kademeli olarak gerilediği bir senaryo. Kâğıt üzerinde bu tablo oldukça olumlu duruyor. Daha düşük faiz, şirketlerin finansman maliyetini azaltır; gerileyen enflasyon, belirsizliği törpüler; büyümenin devam etmesi, ciro ve kârlılığı destekler. Ancak piyasa bu senaryoyu henüz “olmuş bitmiş” bir gerçek olarak değil, “olursa” diye okuyor. İşte fiyatlamanın isteksizliği de buradan kaynaklanıyor.
Faizler hâlâ yüksek ve bu durum borsanın doğal rakibi olan mevduat ve para piyasası araçlarını güçlü kılıyor. Risk almadan elde edilen getiri bu kadar cazipken, yatırımcının borsada sabır göstermesi zorlaşıyor. Ucuzluk burada bir teselli ama tek başına ikna edici değil. Çünkü ucuz kalan bir varlık, daha ne kadar ucuzlayabileceğini de yatırımcıya sürekli hatırlatıyor. Bu da psikolojik baskıyı artırıyor.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir başka nokta da zaman faktörü. Borsa, sabırsız olanın değil dayanabilenin kazandığı bir alan. Ancak son bir yıldaki dalgalı, yönsüz ve çoğu zaman umut kırıcı seyir, yatırımcının zaman algısını bozdu. “Beklemek” artık strateji değil, cezaya dönüştü algısı yaygınlaştı. Bu algı güçlendikçe, en ufak yükseliş denemelerinde bile satışlar geliyor ve yeni bir trendin filizlenmesi zorlaşıyor.
Yine de piyasa tarihi bize şunu gösteriyor: En derin bıkkınlık dönemleri, genellikle büyük hareketlerin öncesine denk gelir. Herkesin ucuzluğu kabullendiği ama yükselişe inanmadığı anlar, potansiyelin en yüksek olduğu zamanlardır. Fakat bunun gerçekleşmesi için o orta-uzun vadeli hikâyenin ete kemiğe bürünmesi gerekir. Enflasyonda kalıcı düşüş, faiz tarafında net bir yön ve ekonomik büyümenin sürdüğüne dair güven verici sinyaller bu hikâyenin temel yapı taşları olacaktır.
Sonuç olarak, borsa bugün gerçekten ucuz olabilir ama piyasa ucuzluğu değil, geleceği satın alır. Gelecek netleşmeden fiyatların kalıcı bir yön bulması zor. Yatırımcıyı yoran da, soğutan da tam olarak bu belirsizlik hâli. Ucuz ama yükselmeyen borsa, sabrı test eden en zor sınavlardan biridir.











