Türkiye’de asgari ücret tartışmaları, yalnızca bir rakam belirleme sürecinin çok ötesinde, ekonomik ve toplumsal dengelerin tamamını etkileyen kritik bir başlık. Reel ücretlere bakıldığında sert bir düşüş, alım gücünde dramatik bir aşınma olduğu çok açık. Açlık sınırının 29.800–30.000 TL seviyesine dayanması, asgari ücretin ise 22.000 TL’de kalması, ücretlinin temel ihtiyaçlarını karşılamada zorlandığını net şekilde gösteriyor. Dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırının 100.000 TL’ye yaklaşması da bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye’nin çok pahalı bir ülkeye dönüştüğü, ücretlerin bu tablo karşısında yetersiz kaldığı ve mutlaka arttırılması gerektiği ortada.
Ancak madalyonun diğer yüzünde, işveren tarafındaki zorluklar giderek belirginleşiyor. Küresel maliyet artışları, tedarik zinciri sıkıntıları, enerji maliyetleri ve özellikle sanayide kârlılığın erimesi, işverenin yükünü ağırlaştırıyor. “Maaşa zam, işe son” söylemi her ne kadar abartılı görünse de bugün birçok iş yerinde işten çıkarmaların arttığı, üretimin dış ülkelere kaydığı, maliyet baskısının şirketleri zorladığı bir gerçek. Bu nedenle ücret artışlarında dengeyi kurmak, hem çalışanı koruyup hem de istihdam kaybını önlemek, sürecin en zorlu tarafını oluşturuyor.
Akademik çalışmaların büyük çoğunluğu, orta vadeli enflasyonun sebebinin ücret artışları olmadığını ortaya koyuyor. Ücret bir sonuçtur; fiyatlar arttıkça çalışanlar geriye düşmemek için ücretlerinin yükselmesini talep eder. Dolayısıyla bugün yaşanan tabloyu ücret artışlarının nedeni olarak göstermek sağlıklı bir yaklaşım değil. Enflasyon kontrollü bir patikaya oturabilseydi, ücret talebi de bu kadar yüksek olmazdı. Bugün yaşanan uyumsuzluk tamamen fiyatlardaki sert yükselişin bir sonucu.
Asgari ücret konusunda masada iki senaryo bulunuyor ve görünüşe göre ikincisi giderek güç kazanıyor. İlk senaryo, bugüne kadar alışkın olduğumuz yöntem: Açlık sınırının üzerinde bir rakam belirlenmesi. Yani 29.800–30.000 TL bandı. Bu, yaklaşık %40’lık bir zam anlamına geliyor. Bu artış çalışan açısından olması gereken minimum seviyeyi temsil etse de, bunun enflasyona ve genel fiyat davranışına yansıması konusunda soru işaretleri mevcut.
İkinci senaryo ise ekonomi yönetiminin son dönem söylemleriyle uyumlu: Yeniden değerleme oranı. Bakan Mehmet Şimşek’in de altını çizdiği bu politika, hedeflenen enflasyon çerçevesinde hareket edilmesini içeriyor. Yani yüzde 25 yerine yüzde 19–20 bandında bir artış. Bu yaklaşım yalnızca ücretleri değil, harç ve vergiler gibi kamu gelirlerini de aynı oranda sınırlamayı öngörüyor. Devlet kendi gelirinden feragat edecek, çalışan ise enflasyon düşerken uyum sağlamaya razı olacak. “Gelirler politikası” olarak adlandırılan bu yaklaşım; ücret artışlarının, yönetilen fiyatların ve özel sektör zamlarının hedeflenen enflasyona uygun şekilde belirlenmesi anlamına geliyor. Ekonomi yönetiminin bu kavramı sık sık vurgulaması da, bu senaryonun kuvvetlendiğinin göstergesi.
Tüm verileri bir araya getirdiğimizde komisyonun yaklaşık %19–20 bandında bir artış getirmesi yüksek olasılık olarak öne çıkıyor. Cumhurbaşkanı’nın siyasi ve sosyal hassasiyetler nedeniyle bu oranın üzerine bir miktar ekleme yapması da beklenebilir ki böyle bir durumda artış oranı %25’e kadar çıkabilir. Bu nedenle şu an itibarıyla asgari ücret için en olası patikanın %20–25 bandı olduğunu söylemek mümkün.
2025 asgari ücret kararı, Türkiye’de hem alım gücünü hem enflasyon beklentilerini hem de işgücü piyasasının dengesini belirleyecek kritik bir eşik. Bu kararın yalnızca bir ücret artışı olmadığı, ekonomik dengeyi belirleyen temel bir politika adımı olduğu unutulmamalı. Türkiye’nin yüksek enflasyonla mücadelesinde belirleyici olan unsur, ücretin değil fiyat istikrarının sağlanması olacak. Ancak bu süreçte çalışanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir seviyede yaşamalarını sağlamak, ekonominin sürdürülebilirliği kadar toplumsal huzur açısından da hayati önem taşıyor.










